728 x 90

Dünyada ve Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatının Tarihsel Gelişimi

Dünyada ve Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatının Tarihsel Gelişimi

Sanayileşmeyle birlikte tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İş Hukuku, işçi konumunda olan bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması üzerine konumlandırılmıştır.

Sanayileşmeyle birlikte tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İş Hukuku, işçi konumunda olan bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması üzerine konumlandırılmıştır. Söz konusu amaç ve bununla birlikte toplumsal dengenin korunması için işçi ile işveren arasındaki iş ilişkisinin mevcudiyeti; aynı zamanda işçinin yaşama hakkının, can güvenliğinin, sağlığının, bedensel ve ruhsal bütünlüğünün de korunması anlamına gelmektedir.

Dünyadaki tarihsel sürece bakıldığında; M.Ö. 2000’li yıllarda Babil Döneminde Hammurabi Kanunları’nın çıkarıldığı, çalışan bireylerin karşılaştıkları sorunlara dikkat çeken ilk kişinin M.Ö. 2600’lü yıllar içerisinde yaşamış hekim ve rahiplik yapmış “İmhotep” adlı kişinin olduğu, İş Sağlığı ve Güvenliği kavramlarının ilk kez Antik Yunanlı düşünür Herodot’a dayandırıldığı, 1713 yılında Dr. Bernardino Ramazzini’nin, Meslek Hastalıklarıyla ilgili “De Marbis Artificum Diatriba” adlı kitabıyla İş Sağlığı’nın kurucusu olduğu, İngiltere’de “Percival Pott” adlı kişinin, baca temizliğinde çalışan işçilerin kanser hastalığı ile ilgili olarak çalışması sonucunda 1788 tarihli Baca Temizleyicileri Kanunu’nun çıkarıldığı, 1802 tarihli ilk Fabrikalar Kanunu’nda çocuk işçilerin, çalışma sürelerinin sınırlandırılması ve 1833 tarihinde Micheal Sadler’in parlamento önerisiyle çocukların çalıştırılmasına yönelik İş Müfettişleri’nin görevlendirildiği, 1840 yılında İsviçre’de, 1842 yılında Fransa’da ve 1849 yılında Almanya’da, İş Sağlığı ve Güvenliği yasalarının çıkartıldığı, 1919’lu yıllarda ABD’de tıbbın kurucusu olarak bilinen ilk kadın Öğretim Üyesi Alice Hamilton’ın, hayatının 40 yılını iş yeri ve işkolu hekimi olarak mesleki zararlar araştırmalarına adadığı, 1919 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kurulduğu (ILO), Risk değerlendirme kavramının, 20.yy başlarında dile getirilmeye başlanmasıyla birlikte, NASA tarafından geliştirilen MILSTD-882 no’lu standardın, bu alandaki ilk belge olduğu; Üç Mil Adasındaki ve Çernobil’deki nükleer kazaların yasal yaptırım gerekliliği açısından dönüm noktası olduğu bilinmektedir.

Ülkemizde ise iş sağlığı ve güvenliğine olan ihtiyaç çoğu ülke örneğinde olduğu gibi kömür madenciliği ile doğmuştur. Bu alanda yayınlanan ilk yasal düzenlemeler; 1865 yılında yayınlanan Dilaver Paşa Nizamnamesi olup bu düzenleme ile Ereğli ve Zonguldak kömür havzası işçilerinin dinlenme ve tatil zamanları, barınma yerleri, çalışma saatleri ve onların sağlıkları ile ilgili çeşitli konularının ele alındığı görülür. Ardından 1869’da yürürlüğe giren Maaddin Nizamnamesi ise, bütün madenlerde çalışanların güvenliği ile ilgili çeşitli hükümleri düzenleyen bir mevzuattır. Maadin Nizamnamesi, kömür madeni iş kolunda, o devirde yürürlükte bulunan zorunlu çalışmayı ortadan kaldırmış ve bu suretle çalışmanın ekonomik yönlerinin yanında insani yönlerine de değer verilmesi vurgulanmak istenmiştir.

Zamanına göre, son derece modern hükümlerle donatılmış olan, Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun (Ereğli Kömür Havzası Maden İşçisinin Hukukuna İlişkin 151 sayılı Kanun), Millî Mücadele’nin en yoğun olarak yaşandığı dönemde, 10 Eylül 1921 tarihinde, Sakarya Savaşı sırasında çıkarılmıştır. 1930 yılında yürürlüğe giren “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” nun 180. maddesi ile en az elli işçi çalıştıran iş yeri sahiplerine hekim bulundurma ve hastaları tedavi etme zorunluluğu getirilmiştir. 8 Haziran 1936 tarihine gelindiğinde ise 3008 sayılı İş Kanunu ile temel iş sağlığı ve güvenliği hükümleri yürürlüğe girmiştir. 1945 yılında Çalışma Bakanlığı kurulmuş ve Bakanlığın kuruluşundan itibaren ana hizmet birimi olarak “İşçi Sağlığı Genel Müdürlüğü” hizmet vermeye başlamıştır. 1967 yılında çıkarılan 931 sayılı İş Kanunu içerisinde ilk defa modern hükümlerle yer alan İş Sağlığı ve Güvenliği Disiplini, bu Kanunun Anayasa Mahkemesi tarafından şekil yönünden iptal edilmesinden sonra, 1971 yılında çıkarılan 1475 sayılı İş Kanunu içerisinde de aynı hükümlerle yer almıştır. 1982 Anayasamızda, sosyal güvenlik hakkının bir parçası olarak iş sağlığı ve güvenliği hakkının da düzenlendiği ve Anayasamızın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olduğu ifade edilerek; çalışanların işyerlerinde meydana gelecek vücut bütünlüğü ve sağlığına zarar verecek her türlü tehlikelere karşı işverenlerden ve devletten bu yönde talep haklarının olduğu belirtilmektedir.

1974 yılında İş Kanunu ile yapılan değişiklikler ne acıdır ki yaklaşık 30 yıl yani 2003 yılına kadar kalıcı olmuştur. Bu ara dönemde mevzuat, iş sağlığı ve güvenliği alanında gelişen ve değişen teknolojinin gereklerini maalesef karşılayamamıştır. Nihayet 2003 yılının ikinci yarısında yasalaşan 4857 sayılı İş Kanunu ile iş sağlığı ve güvenliği alanına yeni bir bakış açısı getirilmiştir.

Dünyadaki gelişime de bakıldığında 1980’li yılların sonlarında iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili anlayışta ve uygulamalarda büyük değişimler yaşandığı görülmektedir. Tespit bazlı REAKTİF olan, sınırlı sayıda çalışanın katılımını sağlayan, sınırlı bilgilendirme ve eğitim içeren, iş sağlığı ve güvenliği konusunda uzman katılımı sağlamayan anlayış değişmiş, yerini risk bazlı PROAKTİF olan, her konuda geniş çalışan katılımını sağlayan, her konuda çalışanı bilgilendirme gerektiren, programlı, nitelikli belgelendirilmiş eğitim içeren, sertifikalı geniş uzman desteği kullanımını sağlayan bir anlayışa bırakmıştır. Yani 1980’lerden sonra iş kazasını tazmin etme ve güvensiz koşulları ihmal etme hedefli yaklaşım artık yerini risk değerlendirmesini şart koşan, güvensiz koşulları tespit etme ve önlemleri belirleme şekline bürünmüştür. Bugün rahatça söyleyebiliriz ki çağdaş toplumlarda iş sağlığı ve güvenliği; insan merkezli, çalışanı, işi, iş yerini, ürünü, sermayeyi ve çevreyi topyekûn korumayı hedefleyen bir disiplindir.

30.06.2012 tarihine gelindiğinde artık ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği alanında bağımsız bir mevzuat düzenlemesine erişmiş; bazı değişikliklerle birlikte halen yürürlükte olan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu yayınlanmıştır. Böylelikle iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2, 63 ve 69. maddelerinin bazı fıkraları ile 77, 78, 79, 80, 81, 83, 84, 85, 86, 87, 88, 95, 105 ve geçici 2. maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır.

İş Sağlığı ve Güvenliği, genel hatları ile, “işçilerin çalışma şartlarında mevcut risklerin tespiti ile fiziksel ve psikolojik açılardan sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamının sağlanması ve çalışanların karşılaşabilecekleri risklerin kaldırılması ve/veya azaltılmasını” ifade eder. Sosyal devlet anlayışında; iş sağlığı ve güvenliği, anayasal bir teminattır. Bizim de Anayasamızın 56. maddesine göre; “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.”

Anayasamızın 56. maddesinden yola çıkarak ve yürürlükteki iş sağlığı ve güvenliği mevzuatına göre; işverenin, işçinin koruması ve gözetilmesi borcu, işçinin kişilik haklarına saygı gösterilmesini, yaşam, sağlık, ruh ve beden bütünlüğünün korunabilmesi açısından iş yeri tehlikelerine karşı gerekli önlemlerin alınmasını, İşçiye zarar verebilecek her türlü davranış ve eylemde bulunmaktan kaçınılmasını, kişisel bilgilerin korunmasını, işçinin bilgilendirilmesini, işçinin iş yerine getirdiği eşyaların korunmasını, işçiyi iş yeri ortamının ve yapılan işin yapılmasından kaynaklanan tehlikelerden korunmasını amaçlayan yükümlülükleri de içerir. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatı, bu anlamda işveren ve işçilere çeşitli sorumluluklar yüklemektedir. Bu mevzuat hükümlerinin emredici olduğu ve işverenin yükümlülüklerinin, sınırlı sayıda olmadığı aşikardır. Söz konusu sorumlulukların yüklenmesindeki amaç, iş kazası ve meslek hastalıklarının önlenmesi ve aynı zamanda iş kazasının ya da meslek hastalığının teşhis ve tayin edilmesinde önem arz eden kusur atfının doğru belirlenmesidir. Yargıtayın iş sağlığı ve güvenliği konusuna dair içtihatlarında; İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatının bilimsel ve teknolojik ilerlemeler açısından yetersiz kalabildiği ve işverenin mevzuatta belirtilmemiş olsa dahi bilimsel ve teknolojik gelişme ya da ilerlemeler dâhilinde iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alması gerektiği vurgulanmaktadır.

O halde diyebiliriz ki; tarihsel süreçte sanayileşmenin artması ve çağdaşlaşma ile adım adım ilerleyen ve günümüzde de ilerlemeye devam eden iş sağlığı ve güvenliği disiplini, sadece mevzuat düzenlemeleriyle değil iş sağlığı ve güvenliği kültürünün gerek işveren gerek işçi tarafında oluşması, bilimsel ve teknolojik gelişmeler dikkate alınarak ilgili mevzuatın sürekli geliştirilmesinin desteklenmesi, mevzuatın çağın gerisinde kalması ihtimali karşısında konunun taraflarından işverenin bilimsel ve teknolojik gelişmeleri takip ederek önlemler alması gerekliliğini içermektedir. Böylelikle iş kazaları ve meslek hastalıkları engellenebilir veya en azından azaltılarak mevcut iş gücü kayıpları önlenebilir.

Av. Dürdane Karaçöl

Son Yazılar